AHMET TALİMCİLER
Bu mu futbol, bu mu rekabet, bu mu dünya derbisi?
AHMET TALİMCİLER*
Geçtiğimiz cumartesi, hem de 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutladığımız bir günde Ali Sami Yen Stadı’nda G.Saray-F.Bahçe derbisi oynandı. Maç öncesi, sırası ve sonrasında yaşanan rezalet, ‘Bu mu futbol, bu mu rekabet, bu mu dünya derbisi?’ dedirtti. Futbolun ‘F’sinin olmadığı bu maç, bir de şunu dedirtti: ‘İyi ki dünya televizyonları derbilerimizi naklen yayınlamıyor.’
Sonunda beklenen oldu... Bu aşamaya elbette durduk yerde gelmedik. Ne yazık ki hepimizin kendi üzerine düşen miktarlarda sorumluluğu bulunmakta. En çok da futbol üzerinden kendilerine kimlik sağlamak isteyen yöneticilerin ve futbolu geniş kitlelerle buluşma noktası olarak gören siyasilerin...
Bir ülke düşünün ki hayatın her alanında sürekli olarak tartışmalı bir ortam içerisinde yaşasın ve bu durumu normalleştirecek adımlar atmak yerine her seferinde yeni bir çözümsüz durum ortaya çıkarsın. Futbolun tüm bu sorunlardan bağımsız, özerk bir alan olamayacağı gerçeğini hatırladığımızda, futbolun da bu olup biten çözümsüzlükler içinde önemli bir nokta işgal etmeye başladığını görürüz. Türkiye’de futbol, 12 Eylül sonrasında kitlelerin depolitizasyonu için önemli araçlardan biri olarak kamuoyunun önüne sunulmuş, sporun birleştiriciliği altında farklı kamplara bölünmüş gençliğin yeniden bütünleşebileceği öngörüsü ile futbola farklı bir anlam yüklenmeye başlamıştır. Geride kalan 27 yıl içinde futbol ile toplumsal yaşam arasında kurulan bağ, her geçen gün biraz daha kuvvetlenmiş ve gençlerin ayrışmasında artık farklı politik ideolojilerin yerini ‘farklı takım taraftarlığı’ almıştır.
***
Futbol, futboldan başka her şey artık
Futbol, Türkiye’de özel televizyonların yayın hayatına başlamasının ardından daha geniş bir ilgi alanı içerisinde kendisine yer bulmakla kalmamış, ayrıca toplumsal yaşam ile kurduğu bağın gücünü de artırmaya başlamıştır. Artık içinde bulunduğumuz dönemde futbol, aslında en az futbol olandır. Futbol, futboldan başka her alanla ilişkili bir hale dönüşmüştür ve bu durumda futbolun oyun vasfı yerini bambaşka vasıflara bırakmak zorunda kalmıştır. Bu yüzden de bu oyunda yaşanan sıkıntıları aşmanın yolu sadece ve sadece futboldan geçmemektedir (Tıpkı Türkiye’de başka pek çok alanın sadece o alan ile sınırlı olmaması durumunda olduğu gibi ve çözüm yollarının da bu anlamda birden fazla çözüm yolu içermesi gerektiği gibi).
Ülkemizde her geçen yıl biraz daha artan şaibe iddialarının ve kulüp yöneticilerinin birbirleri hakkında ileri geri konuşmalarının ardından futbol, içinden çıkılmaz bir yöne doğru hızla ilerlemeye başlamıştır. Çok uzağa gitmeden sadece üç büyüklerin 100. yıllarını kutladıkları sezonlardan ilki olan 2003 yılından başladığımız zaman dahi çok sayıda tartışmanın yaşandığını tekrar hatırlayabiliriz. Mircea Lucescu’nun yaptığı açıklamalardan İstanbul Valisi’nin üç büyük kulübün başkanını biraraya getirme girişimlerine ve son olarak Ali Koç’un, Adnan Polat’ın ya da Yıldırım Demirören’in açıklamalarına kadar pek çok örnek gösterebiliriz.
Artık hiçbir şampiyonluk, rakiplerin yürekten tebrik ettiği ya da kabullendiği bir başarı değildir. Her şampiyonluk, bir diğerinin veya diğerlerinin eleştiri yağmuruna tabii tuttuğu, üzerinde çok sayıda soru işareti bulunan bir şey haline dönüştürülmüştür. Şampiyon olacak takımın yüzde 33.3 belli olduğu bir lig içerisinde geri kalan takımların hepsi, üzerlerine düşen rolleri yerine getirmekle sorumlu tutulan aktörlerden başka bir şey değildirler artık. Onların yapması gereken, daha en baştan bu durumu soğukkanlılıkla kabullenmek ve kaderlerine razı olmaktır. Seslerini yükseltebilme, haklarını arayabilme gibi bir durum söz konusu değildir. Eşitler arasında birinci olan üç tane kulüp vardır ve onların yapıp ettiklerinin sonucunu yine onların ağırlığı belirlemektedir. Üç takım arasında geçen son 23 yıllık lig şampiyonluğu tarihinde, bu takımların aralarında yaşadıkları rekabetin boyutları, futbolda dönen paranın artmasına müteakip değişmeye ve vahşi bir rekabet algısının tüm ülkeye yayılmasına yol açmıştır.
***
Medyanın da önemli sorumlulukları var
Medyanın ülke futbolu üzerinde oluşturmuş olduğu etkinin boyutları, özellikle üç büyüklerin birbirleriyle oynadıkları karşılaşmalar sırasında daha net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Oluşturulan yapay gündemlerin geniş kitleler üzerindeki etkisi giderek daha fazla olmaktadır. Üç kulüp üzerinden yürüyen yayıncılık anlayışının geldiği nokta, kulüplerin yöneticilerinin her seferinde birbirleri hakkında daha fazla rencide edici açıklamalar yapmaları ve bunların kamuoyunda daha fazla yer bulur hale getirilmesidir. Futbolun futbolluktan çıkmasında önemli rol ve görevlerden bir tanesi de hiç kuşkusuz medyanın üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmemesinden kaynaklanmaktadır.
G.Saray-F.Bahçe rekabeti, son yıllarda ‘dünya derbisi’ adı altında medyanın sürekli pompaladığı bir şekle büründürülmeye çalışılıyordu. Ancak izlediğimiz (aslında izleyemediğimiz), bir futbol maçından başka her şeye benziyordu. Sahaya durmaksızın atılan pet şişeler, meşaleler, koltuklar, piller, bozuk paralar, cep telefonları gibi daha pek çok şey... Oynamak isteyen futbolculara karşı oynatmamak isteyen, adına da ‘taraftar’ denilen bir kitle ile karşı karşıya bırakıldık. Ne yazık ki bu trajediyi sonuna kadar sürdürmek isteyen bir hakem dörtlüsüyle karşı karşıyaydık ve güç bela da olsa maçın tamamlanması sağlandı. Hakemler bir ara soyunma odasının yolunu tuttuğunda, futbolcuların birbirleri ile sohbet ettiklerini ve hiç de tribünlerdeki kitle gibi olaya bakmadıklarını gördük. Bu arada, aslında Ümit Karan’ın yüz ifadesi olan biteni net bir biçimde anlatıyordu: ‘Biz ne yapıyoruz?’
Birçok futbolsever gibi utanarak izlediklerim sonrasında şunları söylemek ve başlıktaki üç ifadeyi şöyle açmak istiyorum:
1- Bu mu futbol?
Futbolu ne yazık ki futboldan başka her şeye benzettik. Karşılıklı saygıyı ve rakibe hoşgörüyü içeren bir oyunu, kendi kişisel çıkarlarımız ve hesaplarımız uğruna şiddet ve nefret tohumlarıyla dolu bir alana dönüştürdük. Artık her şampiyonluk kutlaması, ülke çapında olayların yaşandığı bir hale büründü. Kutlamalarda yaşananlar üzerine kafa yormalıyız.
***
2- Bu mu Rekabet?
Rekabeti sahanın içinde kaldıramayan kitleler üreten bir yapının, bu rekabetin sokaktaki ağırlığını kaldırabilmesi de mümkün olamayacaktır. Rakibimiz ile birlikte kendimizi yeniden tanımlamaya muhtaç hale geldiğimiz şu günlerde, aklı başında bir yönetici tipolojisine ve ülke futbolunu yönetecek, herkese eşit mesafede bir Futbol Federasyonu’na ihtiyaç bulunmaktadır. Alınacak kararların taraftarların adalet algılarını onaracak bir biçimde oluşturulması ve futboldaki kirlenmenin önüne geçilmesi için her türlü önlemin alınması gerekmektedir.
***
3- Bu mu dünya derbisi?
Dünyanın en büyük derbisi olarak lanse ettiğimiz karşılaşmada, utanç verici görüntüler iz bırakmıştır. Ülkenin en köklü ve güzide iki kulübünün karşılaşmasında futbol adına hiçbir şey bulunmazken, hoşgörüsüzlük ve fanatizm adına her türlü örnek bulunmaktadır. İyi ki ‘dünyanın en büyük derbisi’ diye kendimizi kandırdığımız bu mücadeleleri dünya televizyonları naklen yayınlamıyor.
Son olarak, alkış polemiğinin geldiği nokta, ne yazık ki tıpkı demokrasimizde ve diğer alanlarda olduğu gibi ‘Ama biz İngiltere değiliz!’ açıklamasıdır. Futbol, doğru okunursa, hayata dair pek çok bilgiyi bünyesinde barındıran önemli bir göstergeler bütünü ve hatta bir anlamda toplumun minyatürüdür. Toplumsal yaşama pek çok yeni değer ve norm, futbol üzerinden transfer edilir. Son G.Saray-F.Bahçe örneği, bu alanda giderek daha büyük sorunlar olduğunu hepimize bir kez daha göstermiş oldu. Eğer bize gösterilenleri doğru okuyamaz ve anlayamazsak birkaç yıl içinde bu sahalarda olup biteceklerin çok daha vahim boyutlarda olacağını öngörmek için kahin olmak gerekmeyecektir.
Sayı: 186
Bölüm: Süperlig
*Ege Üni. Edebiyat Fak. Sosyoloji Bölümü